26 Ekim 2010 Salı

Ev Yapımı Tavuk Suyu

Şimdi gerçek tavuk suyu reçetesini vereceğim.
Bu zamana kadar bildiğini herşeyi unutun zira anneniz de anneanneniz de -üzülerek söylüyorum- tavuk suyu yapmayı bilmiyorlar. Tavuğu haşlayıp suyunu çorbaya yemeğe kullanmak tavuk suyu demek değildir.
Öncelikle tavuk ve et suları berraktır. Dikkat edin, evde klasik metodlarla uyguladığınız yöntemler sonucunda elde ettiğiniz su bulanık, kireçlenmiş gibi bir üründür.
Tavuk diye başladık, tavuktan gidelim. Et suyunu da başka bir gün anlatırım.
Bilinenin aksine tavuk suyu etten değil kemikten yapılır. Yani tavuğun kanadından artan kemikleri, karkasını çok lezzetli bir su elde etmekte kullanabilirsiniz.
Ben şöyle yapıyorum. Önce kemikleri (kemiğiniz yoksa et kısmını da kullanabilirsiniz ancak sadece bu metodla lezzetli ve berrak bir likit elde edebilirsiniz) alıp bir tencere suyun olduğu bir tencereye koyuyorum ve kaynamaya bırakıyorum. Bu su kaynadığı anda altını kapatıp bütün suyu lavabodan aşağıya döküyorum. şaşırdınız mı? gerçek tavuk suyu böyle yapılır. Sonra kemikleri veya tavuk parçalarını sudan geçiriyorum. Bu işlemin amacı tavuk suyunu berrak bir hale getirmek.
Sonra yıkanmış tavuk kemiklerini veya etlerini bir tabağa alıp birazcık beklemeye bırakıyorum.
Aynı tencerenin içini de su ile hafifçe çalkalıyorum ki, herhangi bir partikül kalıp da yeni suyumu bozmasın diye.
Yıkadığım tencerenin içine çok az miktarda -zeytinyağına göre daha düşük aromalı ve daha kokusuz olduğundan- ayçiçek yağı döküyorum ve hafifçe kızınca içine epey irice doğradığım -sırasıyla- soğanları, havuçları, kereviz (varsa sapı yoksa kökü) ve pırasaları atıyorum. Bu sebzeleri 5 dakika kadar terletip, sonra üzerine tavuk kemiklerini/etini atıp temiz su veriyorum. Tencereyi ağzına kadar doldurabilirsiniz. Bu sebzeleri kullanmaktaki maksadımız şudur: Bunlar mire poix (mir pua okunur) tabir edilen aromatik sebzelerdir ve içine girdiği herşeyin içine lezzet katarlar. İrice doğranmasının sebebi ise uzun süre pişeceğinden suyun içinde eriyip gitmesine mani olmak ve suyu bulandırmasını engellemektir.
İşte tavuk suyunuz hazır.Altı en kısık halde, sadece tıngırdatmak suretiyle 4 saat kadar pişecek. ASLA VE ASLA KAYNATILMAYACAK! Bundan sonra yapacağınız tek şey ara sıra gidip gelip üzerindeki köpüğü almak -ki biz buna mutfak literatürnde depouillage (depuyaj okunur) deriz.- Et, tavuk ve sebze sularının kaynatılması calcification dediğimiz olayın olmasına sebep olup, suyun bulanık bir hal almasını sağlar. Biz de elbetteki bunu istemiyoruz.
Su zamanla buharlaşacağından azaldıkça üzerine yeni su eklemenizde sakınca yoktur. 
Evet biraz sıkıcı ve uzun gibi gözükse de, sonuçta elinize çok lezzetli bir su kalıyor. Ayrıca kaç günü evde boş boş televizyon karşısında geçirmiyoruz ki? bir pazar günü tembellik yaparken 15 dakikanızı ayırıp bu işlemi yaparsanız zaten kendi kendine pişecek olan çok lezzetli bir çorba, pilav vb. alt yapısı elde etmiş olursunuz. Ayrıca bunu tek seferde yapıp buzluğa, buz kalıplarına doldurabilirsiniz. Her yemeğin içine 2-3 küp bu sudan atsanız yemeklerinizin sonucu çok başka olacaktır.
En son işlem olarak ise sebzeleri ve tavuk parçalarını süzgeçten (daha da berrak isterseniz bir tülbentten geçirip) süzüyoruz.
Voila!

Damat Paçası

Ispanak çorbası reçetesi beni kesmedi. Sırf çorbayla karın doymaz diye düşündüm, o yüzden benim için çok özel bir reçete olan, annemden gördüğüm, onun nereden gördüğünü bilmediğim bir yemek bu.
Çok kişi tarafından bilinmez, bilinse de yapılmaz, yapılsa da tutturulamaz. İnternette aratırsanız elbette ki bulunur ama hilelerini falan kimse vermez. Ben bugün vereceğim.
2 kişilik yapıyorum. O yüzden ona göre reçete veriyorum. Kimse genelde bu yemeği 2 kişilik yapmaz ama siz ona göre 6 kişilik yapacaksanız malzeme miktarlarını 3'le çarparsınız, olur biter.
p.s rumeli yemeğidir. bu bilginin kime ne faydası var bilmiyorum. ben biliyorum, siz de bilin işte.

Damat Paçası

  • 1 adet yufka
  • 2-3 parça tavuk (ızgara veya tavalık kısmından yapıyorum ben. göğüs kısmına göre çok daha yumuşak ve lezzetli oluyor)
Sosu için
  • 1 su bardağı yoğurt
  • 1 yumurta
  • 1 tepeleme yemek kaşığı un
  • 1-2 kepçe tavuk suyu
  • Tuz
  • 1 diş sarımsak
  • 2 tatlı kaşığı üzüm sirkesi (biraz daha hissedilir olsun derseniz miktar artabilir)
Biberli sosu için
  • 1 yemek kaşığı tereyağı
  • 1-2 tutam tatlı toz biber (isteğe göre pul biber de olur)
175 derece fırında, fırın tepsisine gelişi güzel dizilen yufkalar kat kat dizilir fırınlanılır. (ben özellikle artan yırtık pırtık yufkalardan yaptım ki, çöpe gitmesin değerlensin diye)yufkaların arasına minik minik tereyağı parçaları serpiştirip tepsiyi fırına 20-25 dakika kadar sürüyoruz. Yufkalar çıtır çıtır ve hafifçe altın sarısı olana kadar yani. (ben tereyağı yerine daha az yağlı olsun diye en üst kattaki yufkaya fırçayla ayçiçek yağı sürdüm, o da kabulümüzdür. son derecede lezzetli oldu hem)
Diğer bir tarafta derince bir tencerenin içinde tavukları haşlıyoruz. Bu haşladığımız tavukların suyunun 1-2 kepçesini fırından çıkardığımız yufkaların üzerine, fırın tepsisinin içine döküyoruz. Bu esnada yufkalar çıtırlıktan yumuşacık bir hale dönmüş oluyor, üstelik tavuk suyuyla lezzetleniyor.
Daha sonra didiklediğimiz tavykları yumuşamış yufka parçalarının üzerine koyuyoruz. Bu bir kenarda beklerken sıra sosa geldi.

Sos Yapımı
Bir kaseye önce yoğurdu ve yumurtayı alıyoruz. Kimileri mikserle çırpmayı öneriyor, ben elime bir çırpma teli alıp yapıyorum. zaten birazdan iki milyon beş yüz seksen dokuz bin altı yüz yetmiş kalori alacağımızdan birazcık kolları çalıştırmakta sakınca görmüyorum. sonra bu karışıma unumuzu ilave edip güzelce topak kalmayana kadar çırpıyoruz. İnanın 5 dakika bile sürmüyor. Kremamsı, ipeksi ama yoğun bir kıvamı olmalı. Bu esnada o yoğun kıvamı çok fazla istemediğimizden 1-2 kepçe tavuk suyundan alıp bu karışıma ilave ediyoruz ki boza kıvamına gelsin. Ne çok ince ne çok koyu bir kıvam olmalı. Tam orta karar. Bu karışımı alıp kısık ateşte (en küçük göz ocakta) karıştıra karıştıra pişirmeye başlıyoruz. Bu an çok önemli, ocak başından ayrılmak, telefonda anneyle lak lak etmek veya çöp atmaya çıkmak acemice bir hata olur. Tam yemeğin sevginizi alması gereken an bu an çünkü. Sakın fokur fokur kaynatmıyoruz zira yoğurt var, zaten kesilmek için bahane arıyor. 80-90 dereceler bizim için ideal. Tabiiki dereceniz yoksa ölçemezsiniz ancak kaynamadan hemen biraz önceki noktadır bu. Bu derece çiğ yumurtanın içinde bulunan salmonealla virüsünü öldürmeye yetecek kadar yüksek (65 derece ve üzeri yani) ancak yoğurdun kesilmesine mani olacak kadar da düşüktür. Kıvamını bulup, altını kapatınca içine 1 diş sarımsak rendesi, tuz ve üzüm sirkesi ekliyoruz. Sosun görüntüsü beşamel sosu andırıyor olmalı. Bu sosu yufkalı tavuklarımızın üzerine ekleyip biraz daha fırınlıyoruz. Hafifçe, çok değil. En sonunda tam servis esnaında ufak bir sos tenceresinde kısık ateşte tereyağını eritiyoruz ve tereyağı tamamen eridiğinde altını kapatıp içine tatlı toz veya acı pul biber ilave ediyoruz. Biberi eklediğimiz anda ateşin kapalı olması o biberlerin yanıp damakta kötü bir tat bırakmaması açısından çok önemlidir.
Sosu fırın kabında bulunan çok acayip çok lezzetli tavuklu yemeğimizin üzerine döküyor ve sıcak sıcak dilimleyerek sofrada servis ediyoruz.
Ben yanında ekmek, pilav değil de fresh bir salata örneğin taze soğanlı, havuçlu marul salatası öneriyorum.

Eğer doktor 1 hafta ömrün var dese, bu süreyi oturup sıcak pide üzerine tereyağı yiyerek geçirirdim.

Demiş Uçan Jale. Tereyağı konusuyla alakalı benzer şeyler söyleyen bir de Julie Powell var. Julie & Julia filmini izleyenler bilirler. İlla aşçı olmaya gerek yok, içinde yemek pişirme sevdası olan her insanın anlayacağı bir ruh halidir. Evet tereyağı gerçek bir nimettir ve bunu takdir edebilen insan sayısı azdır. İçine girdiği herşeye mucizevi bir lezzet, kıvam ve parlaklık katan; ürünler yarışması olsa tahtı sittin sene kimseye kaptırmayacak olan mucize, tereyağıdır. Kurabiyeler, soslar, etler, çorbalar, dünyadaki herşey tereyağına göre dizayn edilmiştir sanki.
You can never have too much butter demiş Julie Powell tabii literal manada demediğine eminim bunu zira iyi kıvamlı bir hollandezin içine tereyağı koyarken ipin ucunu haddinden fazla kaçırırsanız o zengin kıvamlı, pürüzsüz, akışkan, hani neredeyse kaşık kaşık yenebilecek sosun nasıl bir kepazeliğe dönüştüğünü görebilirsiniz. Bu noktada sır gibi sakladığım hollandez tarifimi vermem gerekir gibi hissettim ama henüz değil. Onun yerine başka reçetelerimi ifşa edeceğim. Ancak zamanı geldikçe diyelim.
Profesyonel olarak yemek yapmak başka bir keyif. Maalesef onu herkes yapamıyor. Evinde her 3 tane misafir ağırlayan da kendini profesyonel aşçı zannediyor. Maalesef öyle olmuyor. Zira profesyonel olarak aşçı olmak öncelikle, fiziksel güç, teknik bilgi ve sebat etme yetisinin dışında çelikten yapılmış sinirler istiyor. Ama yine de hayattaki bence en büyük keyif sevgilime yaptığım yemekler oluyor. Bilmese bile soruyor, ne yapsam minnettar kalıyor, yemeği beğendiğinde suratında oluşan o ifade milyarlara değişilmez. İş yerinde her gün yemek yapsam da, en büyük zevkim akşam sevgilime yemek yapmak oluyor.
Bugün bir çorba reçetesi vereyim ve günü bitireyim

Ispanak Çorbası

  • un
  • tereyağı
  • ıspanak (taze veya dondurulmuş)
  • Süt
  • Tavuk veya sebze suyu
  • Taze çekilmiş karabiber ve tuz
kaç kişilik istiyorsanız ona göre yapın diye ölçü vermiyorum. Örneğin 3-4 kişi için neredeyse tepeleme 2 kaşık un yeterli olacaktır. Ve eşit miktarda da tereyağı.

Tereyağını geniş bir tencerede eritin ve üzerine un ekleyin. Kokusu çıkana ve rengi hafifçe sarıya dönene kadar kavurun.( Eskiler kokusu çıksın diye kahverengi olana kadar unu kavururlar ki bu yanlıştır.) Sonra üzerine soğuk sütü yavaş yavaş dökün ve bir yandan da iyice çırpın ki topaklanma olmasın. 2 kaşık un için ortalama 1 litre süt yeterli olacaktır. Ancak sadece sütle çok ağır gelebilir, ben biraz da tavuk veya sebze suyu koymak taraftarıyım. İsteğinize göre sebze veya tavuk suyunu da ilave ettikten sonra içine ıspanakları atıp biraz simmer (yani fokur fokur kaynatmadan, tıngırdatma modu) durumunda pişirmeye bırakın. En son bu karışımı blender'dan çekip pürüzsüz bir kıvama getirin. İçine taze çekilmiş karabiber, tuz ve çok az muskat rendesi ilave edin. Yanında bir dilim kızarmış, üzerine zeytin ezmesi sürülmüş ekmekle servis etmeniz önerilir. Afiyet olsun.

18 Ekim 2010 Pazartesi

Mutfak eğer biraz sessiz bir yer olsa, varislerimin büyüme sesi duyulabilirdi.

Mutfak eğer biraz sessiz bir yer olsa, varislerimin büyüme sesi duyulabilirdi.
Evet mutfak sevecen gibi duran, insanı yumuşak kucağına almaya meyilli, bel boyunu geçen ateşlerin yükseldiği sıcak bir ortam olsa da, aslında insanın hasta olmasının en olası olduğu yerdir.
4-5 saat aralıksız yemek yaptığınızı düşünün. Ayakta elbette ki. Bizler bunun her gün en az 2 katı kadar fazla çalışıyoruz. Ha deyince bir mesai en az 8 saattir. O da şanslıysanız hani. Pek çok yerde hiçbir zaman vaktinde mutfaktan çıkamazsınız. Sipariş bitmez, misafir içeride kıyamet koptuğunu bilmez falan filan.
İşte bu arada bel ağrıları, ayakların şişmesi, bacakların kopma noktasına gelmesi gibi durumlar ortaya çıkar. Başta günü birlik acılardır bunlar ancak zamanla kronikleşir. Ben bu işe ilk başladığımda neye bulaştığımın farkında değildim. İş biraz durulur gibi olunca, şefime tuvalete gidiyorum derdim. Hakikaten de tuvalete giderdim ancak klozet kapağını kapatıp, üzerine resmen yığılırdım. Orada da hep aynı şeyi düşünürdüm "Buna alışacaksın ama daha zamana ihtiyacın var. Sen bir gün gerçek bir aşçı olacaksın, sık dişini" derdim. Bu arada da içten içe nasıl pis bir işe bulaştığıma hayıflanır durur ama kimseyle de bu duygularımı paylaşamazdım çünkü aşçı olmak için herkesi, her şeyi karşıma bir kere almıştım. Artık dönüşü yoktu.
Velhasıl tam tamına 3 ay sonra alıştım. Belimin o kopar gibi ağrılamaları, omurgamın sekiz olma duygusu zamanla kaybolmaya başlamıştı. Alışmıştım. Başka hiç bir açıklaması yoktu. İlerleyen zamanlarda, şimdiki işime başladığımda artık sabah molasına çıkmasam o kadar üzülmezdim bile. Sadece 14.00 civarındaki çay molasına çıkıp bir sandalyeye oturduğumda biraz yorulduğumu fark ediyordum. Onda da zaten mesai bitimine 3 saat civarında kalmış oluyordu. Koskoca günü bitiren biri için 3 saat pek bir şey değildir.
Sabah 09.00 civarı 15 dakikalık bir çay molamız olur, aynı mola 14.00 civarı tekrarlanır. Bir de 12.00 civarı 30 dakikalık bir öğle yemeğimiz olur. Bütün dinlenmemiz bu kadardır. Ama bütün bu yorgunlukla eve gelinip çam gibi devrilmez. Zira evde de hayat devam etmektedir. Ütü, çamaşır, bulaşık, yemek ellerimden öptüğünden mesainin bitmesi demek istirahatin başladığı anlamına gelmez.
Bir de istirahat deyince aklıma geldi, bu sektöre yeni girdiğim zamanlarda ilk duyduğumda çok yadırgadığım ama zamanla manasını kavradığım bir laf vardır. Herkes mesai sonrasında birbirine "iyi istirahatler" der. Bu uçaktan inince hosteslerin de birbirine söylediği bir şey, mutfaktan çıkarken aşçıların da birbirine söylediği bir şey. Hizmet sektörüne özgü bir şey olsa gerek diye düşündüğümü hatırlarım.
Neyse asıl konuya geri dönelim. Bu işte çalışanlarda görülen hastalıklar arasında kronik bel ağrısı, fıtık, varis en yaygın olanlarıdır. Kısacası gençlikte para kazanmak için hasta olup, yaşlılığımızda da o kazandığımız paraları sağlığımızı geri kazanmak için harcar dururuz gibi bir şey. Tabii benim en çok başıma gelen şey grip, nezle oluyor zira sıcak mutfaktan yarı terli bir halde çıkıp, 4 derecelik buzdolabının içine girdin mi grip kaçınılmaz oluyor. Dolabın içine girmek derken, gerçek bir mutfakta çalışmayanlar doğal olarak bilmez, mutfakların gerçekten soğuk odaları vardır. İçine bizzat girebileceğiniz büyüklükte, kimisi ufak bir kiler gibi, kimisi salonunuz büyüklüğünde odalardır bunlar. Çoğu dolap +4 derece civarındadır ama bazı dolaplarda -18 derecedir. Bunlarda ise ekseriyetle et saklanır. İlk işimde -18 derecelik odaların klimalarını kapatmadan, enseme buz gibi klimanın rüzgarı eserken o odaları yıkadığımı hatırlarım.
İşte bu yüzden bizler sık sık hasta olabiliriz veya kronik hastalıklarımız gelişir. Ben aşçı olacağım diye benim gibi kafaya takanlar bunları ilk günden kabul etmiş sayılırlar. Ama her işi yaparken bir şekilde hasta oluyoruz, patronlarla yöneticilerle aramız bozuluyor, kafaya herşeyi takıp stres oluyoruz.  Hangi işi yaparsam yapayım bunlar olacak, bari sevdiğim işi yapayım diye düşünmüştüm en başta. Hala da aynı fikrin arkasındayım.
Zaman zaman bıktığım, cayar gibi olduğum, "zıkkım yiyin" diye düşündüğüm çok oldu, ama hiç bir zaman bu mesleği seçtiğime pişman olmadım. Bazı insanlar bazı işleri yapmak için doğarlar. Bende aşçı olmak için doğduğuma inanıyorum.
Bugünlük bu kadar olsun. Sevgiler, bol lezzetli günler. 

12 Ekim 2010 Salı

Aşçılık Hikayesi

Bir gün aşçı olacağıma hep inanmıştım. İnsan bir şeyi isterse başarıyormuş ben bunu öğrendim.
En zoru ailemi ikna etmek miydi yoksa bu işi gerçekten becerebilmek miydi inanın hala bilmiyorum.
İK işini bıraktığımda, aileme aşçı olmak istediğimi söylediğimde artık tek yön akan bir yola girdiğimi ve kesinlikle dönüşümün olmadığını biliyordum. O zaman buna dünden razıydım zaten. Akademideki zamanlar zaten dünyanın en güzel günleriydi. Koşa koşa okula gidiyordum. Ders 9da başlardı, ben 7.30da kapıda hazır olurdum. Ama staj öyle değildi. Zira gerçek mutfak öyle bir yer değildir. Çok zor ama gerçekçi bir staj geçirdim otelde. Bana çok şey kattığı kesin. Stajını tamamlamayanların benim kadar güçlü olduğunu düşünmüyorum. Bazen bırakıp başka bir restorana geçmeyi düşündüğümde hep kendime şunu söyledim "burada 3 ayı tamamlayamıyorsan, hiç bir yerde ayakta kalmayı başaramazsın" Şafak sayıyordum aleni bir şekilde.
Şöyle söyleyeyim, o staj bitti ama bittiğinde bende bitmiştim. Ama eğitimim sayesinde daha staj bitmeden kurumsal bir şirkette iş buldum. O yüzden o otelden başım dimdik çıktım. Umarım beni iyi hatırlıyorlardır. Ben çoğunu hep iyi hatırladım.
Neyse bu uçan jale mevzusuna gelirsek, uçmak için aldığım 1,5 aylık şirket içi eğitim bittikten sonra uçak ikramının asıl hazırlandığı ana mutfakta çalışmaya başladım. Oradaki şeflerimden Cafer Şef adını bilmediği bütün kızlara jale derdi. Bana da jale diyordu ama ben pek kaale almıyordum. Üniformalarımız mutfakta çalışan diğer elemanlardan daha farklı olduğu için hemen uçan aşçı olduğumuz belli oluyordu. Başka bir gün çocuklardan biri adımı bilmediği için bana seslenirken uçan abla dedi. Bunu duyan Cafer Şefim de o günden sonra bana uçan jale demeye başladı. Hoşuma gitmiş olacak ki, o saatten sonra uçan jale dediğinde hep kendisini kaale aldım. Bu da kitabımın adı olma noktasına getirdi bu işi.
Uçmak çok değişik bir şey. Yerde yaptığın isin aynısını yapsan bile basınç sebebiyle normalin iki katı kadar yoruluyor insan. O yüzden hosteslere iyi davranın. Onların işi çok zor.
Velhasıl kendimi öyle bir noktada buldum ki, insanların yerde yapamadığı işi ben 40000 feet'te yapmaya başlamıştım.
Henüz çok uçmuş sayılmam ama bu kadar zaman içerisinde çok değişik anılarım oldu. Hiç unutmuyorum ilk uçuşumdu ve destinasyon New York JFK havalimanıydı. Servisin tam göbeği. Business class 30 kişi. Hınca hınç dolu. Tabak hazırlarken bir ter damlasının ensemden sırtıma doğru kaydığını duyumsayabilecek kadar algılarım açık bir noktadayım ki, bir anda commander'i (yani 1. pilotu) Galley'de (yani uçağın mutfağında) gördüm. Siparişler akıyor. biri kuzu pirzola diye bağırıyor, biri somon diye bağırıyor. ben durdum, adamcağızın suratına bakıyorum. Tabii ben durunca herkes de bir an duraladı. Pilota bakıp panik içinde gözlerimi kocaman açıp "siz buradaysanız uçağı kim uçuruyor?" dedim. Adam gül Allah gül, "evladım" dedi gülmesini bastırmaya çalışarak "otobüs değil ki bu, iki pilot daha var korkma" Dedim "yine de aman siz gidin ben size bir tatlı tabağı yollayayım". Elbetteki bir şey olmayacağını biliyorum ama insan kafaya yazmış bir kere, pilot kokpitte durur diye.

İlk uçuşumun New York'a olması beni moralman öyle motive ediyordu ki. Dünyada en çok görmek istediğim yer New York'tu, özellikle Manhattan tabii. O hep filmlerde gördüğüm dev binaların arasında yürümek hayali beni ayakta tuttu. İlk gidişimde göremedim ayrı konu ama New York'taydım sonuçta. Önemli olan oydu.
Öyle yoruldum ki ilk uçuşumda anlatamam.  Hep öyle olacak zannediyordum, nitekim hep öyle oldu. Hiçbir zaman bir diğer uçuşumdan daha az yorulmadım. O kadar yüksek irtifada insan 1 kilo bile kaldırınca vücut onu 10 kilo gibi hissediyormuş. Bunu sonradan sağolsun hostes arkadaşlar anlatmıştı bana.
Bir sürü değişik insanlarla uçtum. Her uçuş ayrı bir hikaye. Yolcular ayrı, çalışanları ayrı birer hikaye. Pek çok değişik isimle uçtum dış işleri bakanından, ünlü yazarlara, şarkıcılara. Herkesin görgüsü, alışkanlıkları çok başka. Kim olursa olsun asıl amacımız herkesi VIP kalitesinde ağırlamak, herkese en iyi tabağı sunmaktır. Aşçılık bunu gerektirir.
Örneğin hep business class'ta uçan bir yolcuyla 1-2 defa uçmuş olanı koltukta oturuşundan bile şıp diye ayırt edersin. Zaman geçtikçe insan öğreniyor elbette. İlk başta işe odaklanmaya çalışırken, zamanla iş dışında yolcular ve uçuş ekibini de gözlemlemeye başlıyor insan. Kim arıza çıkartır, kim alkolü kaçırır, kim bütün gece uyuyacak, kim en az bir hostese küsecek daha körükten uçağa geçerken hepsi bellidir.
Uçuşlarda hep yabancı yolcularla Türk yolcular arasındaki farklara bakmaya gayret ettim. Alışkanlıklarına dikkat ettim hep. Örneğin Türk bir yolcu yemeğine eşlik eden şarabı bittiğinde sadece "beyaz şarap istiyorum" der, ama yabancı yolcular "Fransız Chardonnay 2005 istiyorum" diye belirtir. Veya tatlının yanında yabancı müşteriler mutlaka porto şarabı isterler ki bu işin raconu budur. Tatlının yanında başka bir opsiyon düşünülemez bile. Ama Türk misafirler ya bunun uçakta bulunduğunu bilmez ya da porto şarabının ne olduğunu bilmez. Bilmediği için kimseyi ayıplamam. Kimse bilmek zorunda değildir ama merak edip sormaz da. Sonuçta uçakta şef var, önerisini almak kadar normal bir şey yoktur. Ama çekinir, utanır, yargılanacağından korkar. O yüzden de öğrenemez. Okumadığımızdan mıdır, yabancılar kadar gezmediğimizden midir nedir bizler bu yeme içme işinde daha acemiyiz. O yüzden bu işe tutunmamın asıl sebebi budur. 10-12 saatliğine bile olsa değişik profilde insanlar tanımak, onları gözlemleyebilmek ve dünyanın çeşitli yerlerine uçmak. O yemekleri yerinde, malzemenin yetiştiği asıl coğrafyada yerel halkın elinden yemek bambaşka bir şey. Üstelik bunları yaparken üzerine bir de para almak :)
Laf buraya gelmişken başka bir anım aklıma geldi. Bir gün ana mutfakta business yolcularının peynir tabaklarını hazırlıyorum, yanımda da 4-5 kişilik bir ekip var. Tabii asıl ekip onlar, ben uçuşum olmadığında, günü birlik gelip gidiyorum. Kalıcı olan onlar yani. Velhasıl meğer o hatta her gün talebe bağlı olarak aşağı yukarı 1000-3000 arası peynir tabağı çıkıyormuş. Tabakta cheddar, parmesan, gouda ve camambert mevcut. Bana dediler "peynir tabağı yapıcaz". "Tamam" dedim "ama haberiniz olsun, yaparken yerim". Biri 21 biri 24 yaşında 2 kız vardı, şaşırdılar. dedim ki "şaşıracak bir şey yok. camambert'e dayanamam" Hakikaten de dayanamam, pek çok şeyi tabaklarken yemeden durabilirim ama peynir söz konusu olursa mutlaka gizli gizli ağzıma bir parça atarım. Kızlar dediler ki "nasıl seviyorsun o peyniri? iğrenç bir şey". Bu sefer şaşırma sırası bendeydi. "Nesini sevmiyorsunuz?" diye sordum. Daha genç olan kekeledi hafifçe "yani bilmiyorum, kötü gözüküyor. cıvık cıvık" diye cevap verdi. Sonradan öğrendim ki, o hatta 3 senedir çalışmasına ve o tabaklardan belki yüzbinlerce yapmasına rağmen görüntüsünden ötürü tadına bakmamış. Resmen kızdım kendisine. Bu nasıl bir meraksızlıktır arkadaş? dedim içimden. Sonra resmen biraz iteleyerek iki kızada camambert'i denettim. Aman dediler "ya biri görürse yerken, şef kızmasın?". Dedim ki" şefin kızarsa ben zorladım diyeceğim" Çekine çekine ağızlarına attılar. Biri beğendi, biri beğenmedi. Beğenen çok şaşırdı, "hiç böyle kremamsı bir yapısı olduğunu düşünmemiştim. Ağzımda büyüyecek sanmıştım" dedi. Ve sonra teşekkür etti. Bir şey öğrendiği için mutlu olmuş gibi bir hali vardı. Sonra ikisine de dedim ki "beğenin veya beğenmeyin, şimdi en azından bir fikriniz var. hazırladığınız tabağın ne olduğunu biliyorsunuz. Biri size camambert neye benzer diye sorarsa cevap verebilecek kadar fikir sahibisiniz." En son olarak da -bir kelime Fransızca bilmesem de- aksanlı bir şekilde camambert demeyi öğrettim ve mesaim bitti gittim. Ama biliyorum ki o kızların artık camambert dendiğinde hatırlayacak bir şeyleri var. Kimse onlara camambert'in neye benzediğini hayatları boyunca sormayabilir, bir daha camambert'in yüzünü bile görmeyebilirler ama bu işi yapıyorlarsa ne yaptıklarını bilmek zorundalar diye düşünüyorum. Bu kural bu meslekte (ve her meslekte) işini iyi yapmaya çalışan herkes için genel geçer bir kural bence.
Bugünlük bu kadar olsun. Daha sık bir şekilde yeni anılarla gelmeye çalışacağım.
Sevgiler, lezzetli günler.

Terbiyeli Ispanaklı Sebze Çorbası

Bu hafta epey iyi geçti diyebilirim. Haftamın en eğlenceli günü ise, Show TV Ana Haber Bülteninde ünlü diyetisyen Selahattin Dönmez ile bi...